Ankara'dan yola çıkalı üç gün olmuş bile; ben yazmaya başlamak için zaman kollarken, sabahlar akşamları, geceler birbirini kovalamış. Belki de telaşa kapılmanın tam sırasıdır şimdi, ne de olsa iki gün sonra buraya geldiğim gibi, herkes uykunun en kuytu yerinde iken dönmüş olacağım evime. Şimdi düşünüyorum da, aslında ev dediğimiz nedir ki.. eşyalardan ve nesnelerden mürekkep, dört duvar içine kapatıp, kendimizin kıldığımız minyatür bir evren. Yanımızda götürdüklerimiz, taşıdıklarımız, gittiğimiz yerleri kısa süre için bile "ev"e dönüştürebiliyor pekala da. Bu gittiğimiz yeri ne kadar benimsediğimize, kendimizi "ne kadar" oranın bir parçası yapabildiğimize bağlı aslında.
Üç gündür salonları, kütüphanesi, merdivenleri, bahçesi ve hatta ormanında gezinip durduğum bir evdeyim. Tarihçesi, yaşadıkları, yaşattıkları, ilk sahipleri, mimarı, ağaçları, gölündeki kazları, heykelleri ile uzak ve yabancı bir dünyayı temsil eden bu evde yaşarken kendimi hiç de konuk gibi hissetmediğimi farkettim.
Konuk gibi hissetmemenin ötesinde, Ankara'daki küçük, kısıtlı ve sevimsiz sosyal çevrenin dışına çıkmaktan, "demokratik açılım"la ilgili söylemleri dinlememekten, 3.sayfa cinayet haberleri ile şişirilmiş tv haberlerini izlememekten, toplumun H1 N1 aşısı ile ilgili endişelerini düşünmemekten, üniversitedeki elektrik tesisatı arızalarına katlanmak zorunda kalmamaktan ve daha saymakla bitiremeyeceğim yüzlerce deli saçmasından haberdar olmaksızın yaşamaktan son derece mutluyum.
Hani mümkün olsa, istifa dilekçemi Rektörlük makamına gönderip, Ankara'daki evimi en kısa sürede boşaltıp, Akide'yi de yanıma alarak yeniden "uzak"laşmak ve bu "uzaklığı" çok uzun bir süre koruyabilmek isterdim...
Zira şimdi olduğum yerden (bu bir başka uzak yer de olabilirdi kuşkusuz), Ankara'daki yaşantıma, sosyal çevreme, alışkanlıklarıma, rutinlere, sorumluluklarıma, olanak ve olasılıklara bakınca müthiş "gri", "zevksiz", "bunaltıcı" bir manzara ile karşılaşıyorum.
Bu manzaranın içindeyken duyduğum mutsuzluk ve sıkıntının derecesi, o manzaranın dışına çıkınca hafiflese de, geri dönmek zorunluluğu beni ürpertiyor ve hem aklımı / hem de ruhumu usandırıyor.
Üç günlük yolun sonunda diyeceğim budur.
hk, 30.10.2009 - Schloss Leopoldskron, Salzburg
Uzak dünyalara çok hoş gelmişsiniz!...
ReplyDeleteHer ne kadar; böylesi uzaklarda, hep kalmak istemekten daha doğal bir durum olmasa bile, galiba yakınlardaki sıkıntılarımız ve rutinlerimiz daha bir kıymetini artırıyor "uzak"ların...Gitmeyi planladığımız yeri, hiç görmemişsek eğer; o kadar da özlem duymayız elbette... Yok, eğer, bir kez bile "orada" iken, uzaklaşabilmişsek kendi "rol"ümüzden, üzerimize doğru hızla gelen her bunaltıda, olmak isteyeceğimiz yer yine o "uzak"taki yer olacaktır çoğu zaman...Öyle hoş betimlemişsiniz ki şu an bulunduğunuz "uzak"ları, hemen şimdi orada olmayı istedim ben de...
Hoş gelmenizi bekliyorum yine de..